Hayırdır İnşallah!.. /Bilge Altun
Bu hafta oldukça ağır bir grip geçiriyorum. Gerçi her sene olduğumdan hafif sayılır yine. En azından bu kez serum takılmadı. Ancak çok fazla kalp sancısı var. İnsanın neresi ağrıyorsa canı orada oluyor. Bundan zorluyor sanırım… Yakında daha iyi olacağımı biliyorum…
Evet, grip yüzünden zamanımı dışarı çıkmadan battaniyemin altında geçiriyorum bu hafta. Tüm bu zamanlarda dayanabildiğim kadar kitabımı okuyorum. Haber kanallarını izliyorum…
Haberleri izlerken iki kez uyuya kaldım ama. Hiç başıma gelmemişti. İkisinde de uyumadan az önce izlediğim haberin rüyasını gördüm…
Patriğin denize haç atma törenini izlemiştim ilk rüyam öncesinde. Patriğin, töreni başlatmak için ezanın bitmesini beklemesini hayretle izlemiştim. O an gripten olsa gerek, “niye ezan saati başlatmış ki töreni, hani beş dakika önce ya da sonra değil?” diye düşünürken, ağırlaşan gözlerime daha fazla dayanamayıp, uyuya kalmışım…
Hayırdır inşallah! Gündüz niyetine olsun! Rüyamda patrik, gülümseyerek, “uzun yıllar bu töreni yapmayacağım, bir süre gerek kalmadı artık buna” diyordu. Çevrede yürüyen insanlar, eski zamanların giysileri içindeydi. Tarihe baktığımda tarih 1926’yı gösteriyordu. Büyük bir öksürükle ve oldukça susayarak uyandım sonra. Yerimden kalktım. Mutfağıma gidip, koca bir bardak su içtim. Hala rüyanın etkisindeydim. Ama yine de “acaba neyin üstüne ben bu suyu içtim?” diye düşünmeden edemedim…
Yeniden battaniyemin altına girdim. Belki de uykunun rem halindeydim. Tüm bedenim titriyor, 1926 yılında neler olduğunu öğrenmekten başka hiçbir şey düşünemiyordum. Hemen dizüstü bilgisayarımı açtım. Örütbağda kısa bir araştırma yaptım. Ve çok ilginç bilgilere ulaştım…
Kısa süre sonra dizüstü bilgisayarımı masamın üzerine koyup, başka bir kanaldaki açık oturumu izlemeye koyuldum. Orada Hür adam filminden, yani Said-i Nursi’nin hayatını anlatan o filmden söz ediliyordu. Filmden fotoğraflar ekrana düşerken, tartışmalar alevleniyor, benimse gözlerim yeniden ağırlaşıyordu…
Yine rüya görüyordum. Bu kez rüyamda Said-i Nursi, “ben eski Said değilim, yeni Said’im!” diyordu kızgınlıkla. Bundan böyle “yeni Said var, tüm halk bunu bilsin ki, çok uzun yıllar beni anacaksınız!” Tarihe baktım. 1926’yı gösteriyordu…
Yüksekten, bir camın ardından izliyordum sanki olup bitenleri. Düşmanı ülkeden atmaya çalışan insanlar ölümüne çarpışıyor; bir yanda kuvvacılar, bir yanda halk olanca gücüyle mücadele ediyordu. Yeni Said “neden askerle birliksiniz” der gibi halka kükreyip, onları bu mücadeleden vazgeçirmeye çalışıyordu. Çabasının boşa olduğunu görüyordum. Camın ardındaydım. Sol yanımda Orta Asya’dan kılıçlarını savurarak atlılar geliyordu. Sağ yanımda f16’lar, Türkmenleri selamlıyordu. Karşıma baktığımda bir çift mavi göz bana gülümsüyordu. Bana gözleriyle “Bu halkın, milli mücadelesinin durdurulmasının mümkün olmadığını hala bilmiyorlar. Bırak uğraşsınlar, sonunda elbet yorulacaklar” diyordu. Gururla gülümsedim. Başımı yere çevirdiğimde Yeni Said’le göz göze geldim. Yeni Said’in kaşları çatıktı: “yeniden geleceğim!” diye bağırmaya başladı. Yanına yaklaştım. “Ne zaman geleceksiniz?” diye latife ettim. “1950!” dedi.
Yıl birden 1950 oluverdi… Deniz kıyısındaydım. Patrik oradaydı. Çevresinde az sayıda insanla yıllar sonra “köylere bereket gelsin” diyerek yeniden denize haç atıyordu…
Hayırdır inşallah!..