Laiklik devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil  akla ve bilime dayandırılmasıdır. 
Laiklik, dinin doğru uygulanabilmesinin teminatıdır!..

O; tarih boyunca hakkında elli bine yakın kitap, yüz binlerce makale yazılmış tek Türk’tür!..

Tarihe Dair Notlar
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi32
Bugün Toplam287
Toplam Ziyaret162557

Varoluşçu Psikoterapi

I.TANIM VE TARİHÇE

Varoluşçu psikoterapi İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’da temelleri atılan daha sonra Amerika’da yayılan bir “tedavi yöntemi ve tutumudur.”

Psikoterapi ,fiziksel tıp bilimlerinde ki terapi yöntemlerinden farklı olarak insanlık tarihinde  çok geç dönmelerde,ancak son bir yüz yıl içinde filizlenme ve  gelişme olanağı bulabildi. İnsanın ruhsal acılarını dindirme görevi yıllar boyunca kabile büyücülerine ,din görevlilerine(günah çıkarma ve bağışlanma), telkine, felsefeye  ve bazen edebiyat, tiyatro,opera gibi sanat dallarında verilen eserlerin (eski Yunan trajedyaları ve Shakespeare’nin eserleri vb) estetik dokunuşuna bırakılmıştı.
Ruhsal acının günahkarlık, kıskançlık, kaderine razı olamama,geleneklere ve dinsel öğretilere karşı gelme gibi sebeplerden kaynaklandığı düşünülmekteydi.

Çağdaş ,bilimsel yönelimli psikoterapinin kurucusu  Freud olmuştur. Freud ve Breuer tarafından kaleme alınan 1896 tarihli “Histeri Üzerine Çalışmalar” ve 1900 yılında Freud’un self analizini bitirdikten sonra yazdığı “Düşlerin yorumu” isimli eser  ile psikanalizin yani ilk bilimsel yönelimli psikoterapi yönteminin temelleri atılmıştır.Freud devrimci bir  bakış açısı ile gözlerini bireyin psişesinin derinliklerine yönelterek “bilinçdışı iç çatışma” (unconscious intrapsychic conflict) kavramını ortaya koydu. Nevrotik birey kendisine acı veren şeyin ne olduğunu çatışma bilinçdışında olduğu için bilemiyordu.Psikanalize göre çatışmanın tarafları bilinçdışı cinsel dürtüler ve bu dürtülerin doyumunu ahlaki kurallarla engelleyen aile ve kültürel yapı idi. Aile ve kültür daha sonra içselleştiriyor ve çatışmanın tarafı süperego oluyordu.Psikanaliz,serbest çağrışım yöntemiyle bilinçdışı çatışmanın izlerini sürerken “ruhsal yapı kuramı” ve “ruhsal enerjinin(libidonun) ekonomik kuramı” ortaya çıktı.Böylece psikanaliz hem normal  kişiliğe dair hem de psikopatolojiye ilişkin yetkin bir kuram ortaya koymuş oldu.

Freud’un peşinden gelen psikoterapi akımları –ki bunlara Neo Freud’yen akımlar diyelim- çatışmayı cinsel dürtülerle bunların önündeki ahlaki engeller arasında görmekten vazgeçerek ,dikkatlerini ego’nun doğal gelişim eğilimleri ve etkinlikleri ile ona bakım veren ebeveyn ya da önemli kişiler arasında etkileşim ve çatışmalara  kaydırdılar.

Viktor Frankl, 1920’lerden başlayarak ”logoterapi” yani “anlam terapisi” adını verdiği psikoterapi modelini takdim etti.Frankl,insanın Freud’un öngördüğü gibi haz peşinde koşan ve sürekli yaşadığı gerilimi sönümlendirmeye odaklı bir psişeye indirgenemeyeceğini  öte yandan Adler’in iddia ettiği gibi güç isteğinin hakim dürtü olmadığını ileri sürdü.Frankl’a göre insan değerli amaçlar ve anlamlar peşinde koşan ve etkinliklerde bulunan bir varlıktı. .Logoterapi,gerçekten de ıstırabın kaynağında insanın hayatına anlam verememesi gerçeğinin yattığını ileri sürer.Frankl,ikinci dünya savaşında Auschwitz  toplama kampındaki esirler arasındaydı.Bu esnada hayatta kalabilen esirlerin, hayatlarında her şeye rağmen  hala bir anlam bulabilen bireyler olduğu dikkatini çekti.Savaşın bitiminden sonra “logoterapi” modelini olgunlaştırdı.Frankl’ın görüşleri esasen dinsel niteliktedir ve her bireyin hayatında tanrı tarafından verilmiş bir anlam olduğunu ileri sürer.Bu anlamı keşfetmek ve yerine getirmek kişiye kalmaktadır.Frankl,logoterapiyi kurarak kendi hayat anlamını gerçekleştirdiğini düşünüyordu.Dinsel de olsa Frankl’ın “anlam” üzerine yaptığı vurgu önemlidir ve toplama kampında ufak kağıt parçalarına yazdığı “insanın anlam arayışı” adlı kitabı savaş sonrasında dünya üzerinde iki milyondan fazla satarak insanların dikkatini bu varoluşsal sorun üzerine çekmeyi başarmıştır.

Alman Filozof Heidegger’in 1927’de çıkan kitabı “Varlık ve Zaman” da ki ontolojik (varlık felsefesi) yaklaşımdan etkilenen İsviçreli psikanalistler  Medard Boss ve Ludwig Binswanger “Daseinanalysis”adıyla varoluşçu psikoterapinin öncüsü sayılabilecek bir psikoterapi modeli geliştirdiler.

Avusturyalı psikanalist ve Freud’un psikanaliz topluluğunun öncülerinden Otto Rank,1923 yılında yazdığı “Doğum Travması” isimli kitabıyla “ölüm korkusuna” dikkati çekti.Freud canlıyı ölüme sürükleyen yıkıcı güçler toplamı olarak “ölüm içgüdüsü’nden”, “haz ilkesinin ötesinde” isimli yapıtında söz etmiş,ancak ölüm korkusu’nu iğdişlik anksiyetesi nin (kastrasyon anksiyetesi)bir türevi olarak görerek reddetmiştir.Rank’ın dikkati çektiği nokta ise Freud’un reddettiği şeydi:”Ölüm Korkusu”.. Rank ölüm korkusunun yanı sıra “hayat korkusundan” da bahsetmişti.Rank’a göre yaşanan ilk orijinal travma olan “doğum travması” ile insan birlikten/tümlükten kurtulup, teklik yaşantısına geçerek hayat boyu sürecek bireyleşme serüvenine başlıyorduı.Bireyleşme esnasında kişi hem bireyleşmekten (hayat korkusu) hem de topluma karışıp yutulmaktan ,bireyselliğini kaybetmekten korkuyordu (ölüm korkusu).Rank psikanalize yaptığı bütün hizmetlere rağmen bu düşünceleri dolayısıyla Freud ile yollarını ayırmak zorunda kalmıştı.

Rollo May (1909-1994) Avrupa kaynaklı varoluşçu psikolojik yönelimi A.B.D’ye tanıtan isim oldu.Abraham Maslow ve Carl Rogers gibi isimlerim öncülüğünü yaptığı Amerikan Humanist Psikoloji okulları 1958′de yayınlanan editörlüğünü Rollo May ve iki arkadaşının yaptığı “Existance” kitabından sonra hızla popülarize oldu.Ancak Rollo May varoluşun trajik boyutunu dile getirmesiyle varoluşçu ekolün bir temsilcisi olarak kalmıştır.May’in pek çok kendisine özgü görüşü olmakla birlikte, varoluşçu psikoterapinin geleneksel psikanalize getidiği eleştirileri seslendirmesi bakımından ilk olması önemlidir.Psikanalizin terapist ile hasta arasında gördüğü (yapay) özne nesne ikiliği (hastanın kişiliğini parçalara ayırarak analiz edilecek bir nesne gibi gören yaklaşımı), hastayı anlamaktan çok uygulanan tekniğin mükemmelliğine verdiği önem(biçimin içeriğe üstünlüğü),sanatsal yaratım da dahil insanın yaratıcı ve yüksek entelektüel fonksiyonlarını cinsel dürtülerin yüceltilmesi ya da kompansasyon gibi savunma mekanizmalarına bağlayarak hakettiği değeri vermeyen indirgemeci yaklaşımı eleştirilerden nasibini almıştır.May, nevrozu da hastanın kendi merkezini,kendi varoluşunu korumak için kullandığı bir uyum yöntemi olarak betimledi.Sorun şuydu ki nevrotik savunmalar topluma uyum sağlamayı tam olarak başaramıyordu. Nevrozun farkındalığın ve öz bilincin artırılması için kullanılmalıydı May’a göre.Temelde bulunan varoluşsal suçluluk ve kaygı duygusu nevrotik suçluluk ve kaygı duygusu ile örtülmüştü.May’in önerdiği gibi varoluşsal olanla yüzleşmeden nevrotik olanlar çözülemiyordu.Bireyin kendi yok oluşunu karşısına alması, yaşamın trajik boyutunu yaşaması gerekiyordu önce.Ölümle*hiçlikle karşılaşmadan yeni bir varlık alanı yaratılamıyordu.

Irvin D. Yalom ,varoluşçupsikoterapiyi geliştiren,metodolojisini ortaya koyan ve yazdığı pedagojik yönü bulunan edebi türde kitaplarla dünyaya tanıtan Amerikalı psikiyatristtir.Makalenin bundan sonraki kısmı büyük ölçüde onun “varoluşçu psikoterapi” isimli eseri kaynak alınarak yazılmıştır.

II. RUHSAL ÇATIŞMA MODELLERİ VE VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ

Ruhsal çatışma kavramı ve bu çatışmanın algılanmasında psikoterapi ekolleri arasındaki  temelde bazı paradigmal farklar bulunmaktadır.Bu paradigmaları karşılaştırarak varoluşçu psikoterapinin bakış açısını ortaya koyabiliriz.

Freud’un psikolojiye belki de en büyük katkısı “ruhsal çatışma” kavramını ortaya koymuş olmasıdır.Hem adaptif düzeyde hem de psikopatoloji düzeyinde duygu ,davranış ve belirtiler bu intrapsişik çatışmanın ürünü olarak anlaşılmaktadır.Freud çatışmanın ,bebeğin doğuştan getirdiği cinsel ve saldırgan dürtüler ile bunların doyumunu engelleyen dış dünyanın sınırlamaları arasında başladığını,dış dünya içselleştirildikten sonra çatışmanın dış dünyanın(ve özellikle ebeveynin) temsilcisi süperego ile çocuğun  cinsel ve saldırgan dürtüleri arasında geçtiğini savlamıştı.Üstelik bu çatışma büyük ölçüde farkında olunmadan yani bilinçdışı olarak gerçekleşiyordu.

Ego Psikolojisi adıyla geçen Karen Horney,Eric Fromm Ve H.S.Sullivan’ın başını çektiği Neo-Freudyen akım çatışma kuramını kabul eder ancak çatışmanın geçtiği kutupları revize eder. Ego psikologları (veya sosyal psikologlar) Freud’un çocuğun bir ailenin içine doğduğu gibi bir kültür içine de doğduğu gerçeğini ve gelişimi üzerindeki kültürel etmenleri ihmal etmiştir.Çocuğun yaratılışı itibarıyla belirli bir mizacı(huy,karakter eğilimi) ve  etkinlik düzeyine sahiptir. Çocuk Freud’un varsaydığı gibi “cinsel ve saldırgan dürtülerle” değil “enerji,merak ,gelişime yönelik potansiyel ve yetişkinlerle ilişki kurarak onları elinde tutma ihtiyacına” sahiptir.Yetişkinlerle olan ilişkisinde onlar tarafından desteklenmek ,onaylanmak ,onlar gibi olacağına dair bir umut , onlara –kendisine ve hayata karşı bir güven duymak ister.Eğer çocuğun yetişkinlerle ilişkisi bu güven ve onayı almasına imkan verecek tarzda kurulmamışsa çocukta anksiyete duygusu oluşacak ve bir takım savunma mekanizmalarının kullanımı sonucu nevrotik bir tablo ortaya çıkabilecektir.Böyle bir tablonun ortaya çıkabilmesi için çocuğun ilişkide bulunduğu yetişkinlerin kendilerinin bir nevrozunun olması gerekir.Nevrotik yetişkin normal bir yetişkin gibi çocuğa ihtiyaç duyguyu ilgi ve sevgiyi veremeyecek ve dolayısıyla onaylanma ihtiyacını karşılayamayacaktır.

Varoluşçu Psikoterapi ise çatışma kavramını kabul etmekle birlikte ,çatışmanın temel eksenine varoluşun getirdiği (çoğu bilinçdışı)temel kaygılar (ölüm,izolasyon, anlamsızlık, özgürlük) ile bu kaygıların üstesinden gelmeye yönelik (çoğu bilinçdışı)  arzu ve çabaları koyar.

III.VAROLUŞÇU TERAPİ TEMEL DİNAMİK MODELİ

Freud’çu psikanaliz  ,insanı dürtülerle dolu bir havuz gibi görür. Dürtülerin doyum için bastırmasına dış dünya ve daha sonra içselleştirilmiş dış dünya (süperego) tarafından sınır konması “ruhsal çatışmayı” doğurur.Sonuç çatışmaya işaret eden ve ego’yu savunma mekanizmalarını harekete geçirmeye zorlayan “sinyal anksiyetesi”dir.Freud,ego’nun dürtülerin süperego tarafından engellenmesi karşısında yatırılan nesne libidosunu kısmen geri çekerek anksiyeteye dönüştürdüğünü savlamıştı. Anksiyete savunma mekanizmalarını harekete geçirdiğinde çatışma için iyi kötü bir çözüm bulunur(compromise formation) Ancak psikopatolojiye işaret eden semptomlar   savunma mekanizmalarının  çalışmaya başlaması ile birlikte  bir yan ürün olarak ortaya çıkacaktır.Anksiyetenin psikopatolojinin yakıtı olduğu  görüşü Freud’yen model kadar varoluşçu psikoterapide de kabul görür.Aşağıda görülen zincirde değişen şey anksiyeteye neden olan öncüldür.Varoluşçu psikoterapi bu öncülün doyum bulmak üzere egoya baskı yapan cinsel ve saldırgan dürtüler değil  ,varoluşun getirdiği temel kaygıların (ölüm,anlamsızlık,yalıtım ve özgürlük) algılanması  olduğunu ileri sürer.

Freud’çu psikanaliz: temel dinamik  model

Dürtü —> Çatışma —> Anksiyete —> Savunma mekanizması

                  ↑
Süperegonun kınaması

.

Varoluçu psikoterapi: temel dinamik model

Temel Kaygıların Farkına Varma —>Çatışma —>Anksiyete—>Savunma mekanizması

               ↑

Varoluşsal arzular

 

 

ÇATIŞMANIN YERİ

Ölüm gerçeğinin algılanması(tehlike=çatışmanın bir kutbu) , ölümsüzlük elde etme arzusu ile ilgili çabaları da (çatışmanın diğer kutbu) beraberinde getirir.Bu ölüme meydan okuma , hayatı tehlikeye atabilecek eylemler şeklinde(örneğin tehlikeli araba kullanmak,cinsel hiperaktivite , tehlikeli doğa sporları yapmak, alınması gereken sağlık önlemleri olduğu halde bunları yok saymak gibi ne yapsa ölmediğini gösteren eylemeler) kendisini gösterebilir.

Sartre’nin söylediği gibi insanın özgürlüğe mahkum oluşu fark edildiğinde insanın kendisine  yol gösterecek belirli bir modele sahip  iyi yapılandırılmış bir dünyaya (evrene) doğmadığı gerçeği de kendisini gösterir.Ayaklarımızın altında sağlam bir zemin olmadığını aksine bir boşluk,bir uçurumun üzerinde durduğumuzu anlarız.Tüm seçimlerimiz sonuçta bize aittir.Onları olumlayacak kendi arzu ve irademizden başka nihai bir referans noktası bulunmaz.İşte bu durum özgürlüğün bedeli olan ağır sorumluluk duygusunu ve kaygıyı beraberinde getirir.Çatışma ,yol gösterecek sağlam bir zemin bulma arzusu ile böyle bir zeminin yokluğu şeklindeki dışsal gerçeklik arasındadır.

İzolasyon ya da yalıtım duygusu insanın dünyadan ,onun içerdiği varlıklardan ve ne kadar yakınlık kurmuş olursa olsun çevresindeki diğer insanlardan nihai olarak ayrı bir varlığı olduğu gerçeğinden kaynaklanır.Dünyaya yalnız gelinmiştir ve yalnız gidilecektir.Hiç bir ilişki biçimi bu yalıtımı telafi edecek denli güçlü değildir.Oysa insanın arzusu  kendisinden daha büyük bir bütüne ait olmak ,onun bir parçası olmak ve yalıtımdan kurtulmak şeklindedir.Çatışma bu arzu ile bu arzuya imkan vermeyen dışsal yalıtım gerçeği arasındadır.

Anlamsızlık duygusu insanın kendisini içine  “atılmış” bulduğu kendisine karşı kayıtsız bir evren içerisinde hissettiği yönelimsel eksiklik duygusu ,bütün yaşamına ,çalışma ve çabasına temel oluşturacak ,değer verecek bir amaçtan yoksun bulunma hissi şeklinde kendisini gösterir.Eğer önceden insana verili kozmik bir anlam bulunmuyorsa  “anlam arayışı” arzusu ile “doğuştan kodlanmış görünen” insan bu anlamı kendisi yaratma yoluna gidecektir.Ancak yaratılan anlamların temel anlam ihtiyacını ne kadar karşılayacağı belirsizdir.Çatışma anlam arzusu ve ihtiyacı ile evrenin anlam konusunda taviz vermeyen tutumu arasında geçer.

kaynak: http://www.varoluscupsikoterapi.net