İngiliz ajanı gibi çalışan bir padişah: Vahdettin / Sinan Meydan Başlığı okuyup, "abarttığımı" zannetmeyin lütfen; çünkü İngiliz arşivlerinde bulunan ve Salahi Sonyel'in yayınladığı bir belge, Padişah Vahdettin'in İngiliz ajanı gibi çalıştığını gözler önüne sermektedir.[1] Atatürk, Batı kamuoyunu Türk Milli Mücadelesi konusunda aydınlatmak için Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki bir kurulu Londra'ya göndermeye karar vermiştir.[2] Yusuf Kemal Bey Londra'ya gitmeden önce İstanbul'a uğrayıp Padişahla da görüşecektir. 23 Şubat 1922'de Padişah Vahdettin'in huzuruna çıkan Yusuf Kemal Bey'in anlattıklarını dinleyen padişah, ona karşılık bile vermemiş, söylediklerini dikkate almamıştır.[3] Padişah, Ahmet İzzet Paşa ve Tevfik Paşa'nın başkanlığındaki kendi heyetini Londra'ya göndermeye karar vermiştir. Padişah Vahdettin'in, ajanına çaledecek olan Yusuf Kemal Bey'e verdiği gizli talimatlar vardır. Söz konusu belgelerinin en önemlileri, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın Yusuf Kemal Bey'e gönderdiği bir mektup, Yusuf Kemal Bey kuruluna rehber olması için hazırlanmış yönergeler ve Asya'daki İslam devletleriyle yapılmış olan antlaşmalardır.[5] "Padişah, Yusuf Kemal'in valizinden çalınan belgelerin suretlerini bize göndermekle (İstanbul'la Ankara arasındaki ilişkilerin durumunu) en iyi biçimde gösteriyor.." [7] Salahi Sonyel'in dediği gibi, "Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bunları gerçekten çaldırarak Türkiye'yi işgalinde tutan düşman bir ulusun diplomatik temsilcisine gönderdiyse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çalışmalarına ihanet etmekle suçlanabilir."[8] İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, söz konusu belgeleri Padişah Vahdettin'in, Yusuf Kemal Bey'in çantasından çaldırtıp kendilerine verdiğini söylediklerine ve bu belgeleri açıkladıklarına göre, her şey çok net bir şekilde ortada değil midir? Türkiye'nin, varını yoğunu ortaya koyarak Atatürk'ün önderliğinde düşmanı vatandan atmanın hesaplarını yaptığı günlerde, Padişah Vahdettin'in, Atatürk'ün Londra'ya gönderdiği Türk heyetindeki "ulusal sırlar içeren" gizli belgeleri çaldırıp işgalci düşman İngilizlere vermesinin anlamı, tek kelimeyle, "hainliktir" İşte size Necip Fazıl'ın deyimiyle, "büyük vatan dostu Vahdettin!.." Vahdettin: "Ecnebiler, her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz." Vehbi Hoca, "Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır." Vahdettin, "Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadiseler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankara'ya girerler." Rauf Bey: "Hoca Efendiler, Zat-ı şahanelerine hakikati arz ediyorlar, Padişahım! Millet sınırları içinde bağımsızlığını ve makamınız kurtarmaya azmetti! Millet sizden bir anlaşmaya imza koymamanızı istirham ediyor! Aksi taktirde akıbet çok tehlikeli görünüyor. Siz mahzur durumda olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur." Bu sözlere sinirlenen Vahdettin, birden ayağa kalkarak soğuk bir ses tonuyla şöyle demiştir: Bunlar Vahdettin'in heyete söylediği son sözlerdir. Heyet saraydan çıkarken Vehbi Hoca arkadaşlarına şunları söylemiştir: Halkı "koyun sürüsü" olarak gören bir padişahın, o halka inanıp, o halkla birlikte vatanın bağımsızlığı için mücadele etmesi beklenebilir mi? Vahdettin'in, Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından dört ay sonra yayınladığı bir beyanname, "Vahdettin, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatsın diye Anadolu'ya gönderdi!" diyenlerin o "büyük yalanını" da gözler önüne sermektedir.[10] Çünkü beyanname dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin'in "düşmana karşı direnişten" değil, çok yumuşak bir üslupla "düşman karşısında sessiz kalmaktan" söz ettiği görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için çaba harcamanın doğal olduğunu belirten kurnaz Vahdettin, sözü döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve barış konferansından olumlu bir sonuç alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, düzen ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin'in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin adalet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve Amerika kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir." Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin'in umudu, halkın sessizlik içinde büyük devletlerin "adalet" ve "insaf" duygularına güvenmesidir. Karabekir Paşa, 21 Eylül 1919'da Trabzon Mevki Komutanı'na gönderdiği uzun bir telgrafta Padişah Vahdettin'in Milli hareket karşıtı beyannamesini öve öve bitirememiştir. İşte Atatürk'ün Nutuk'ta yer verdiği o ibretlik belge: Kazım Karabekir Paşa'nın Milli harekete karşı açıkça cephe alınan bu bildiriyi "kutlu bildiri" olarak adlandırması ve bu bildirideki sözüm ona "yürekten anlatımı", Damat Ferit'in, Padişahı aldattığına kanıt olarak göstermesi "inanılacak" değerlendirmeler değildir. Eğer Karabekir Paşa'yı biraz olsun tanımasak, "şaka yapıyor!", "dalga geçiyor!" denilecek türeden açıklamalardır bunlar.[l2] Vahdettin'in Milli hareketi yok etmeye yönelik bu beyannamesine övgüler yağdırıp, bir de üstüne üstlük yurda yayılmasını sağlayan Karabekir Paşa'nın kafasının o günlerde çok karışık olduğu anlaşılmaktadır. "Bu konuda düşünceleriniz var mı? Bu kutlu bildiri, ulusun padişahına gerçeği bildirmesine yeniden elverişli bir durum yaratmıştır ki, Erzurum halkı hükümetin bütün cinayetlerini sayarak, yeniden padişaha dileklerini bildirecektir. Bunun örneğini ya çekilmek üzere ya da bilgi için sayın kurulunuza sunacağım"[13] Atatürk, "Tarihte şimdiye kadar işlenmiş olan ihanetlerin hiçbirisiyle kıyaslanmayacak bir ihanetle halkı birbirinin aleyhinde kışkırtan ve milleti yabancıların ihtiraslarına feda eden bu kabinenin, milletin istememesine rağmen hala yerinde kalması büyük felaketleri davet etmektedir... Onun için hemen Ferit Paşa kabinesi yerine halkın güvenine layık bir hükümetin kurulmasını bütün millet adına padişahımızdan niyaz ve istirham ederiz." demiştir.[14] Ancak Padişah Vahdettin kısa bir süre hariç, neredeyse tüm Kurtuluş Savaşı boyunca hain Damat Ferit'i başbakanlıkta tutmuştur. Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı'na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk'ten ve Temsil Heyeti'nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul'da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır.[l6] Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti'dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir'in işgali sonrasında Ege'de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.[l7] Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)' dir. Bu tür "ihanet" ordularının sonuncusu Kuvayı Seferiye adlı ordudur. Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Örneğin, Vahdettin'in şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir'in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" demiştir.[l8] Ali Kemal de yazılarında sıkça, "Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur" demiştir. Şeyhülislamın, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" şeklindeki demecinden üç ay sonra, Alemdar'da yayımlanan bir yazıda, "Ordunun beş vakit namazda Padişah'a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır" denilmiştir.[l9] İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920'de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen "caiz" olduğunu ve Kuvayı Milliye'ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir. Ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk'ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır. Ordu müfettişlikleri kaldırılmış, Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır. İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919'da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir.[20] Anadolu'daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul'a çağrılmış, Mustafa Kemal'in "zorla asker topladığı" dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir. Anadolu'ya gönderilen "inceleme kurullarıyla" ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.[2l] 28 Şubat sürecinden sonra Türkiye'de, Türk silahlı kuvvetlerini denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir. O günlerde "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir. Nitekim, "Kuvayı İnzibatiye birliklerinin silahlandırılması için bizzat Damat Ferit, İstanbul'da İngiliz kontrolündeki Maçka silahhanesinden alınmak üzere 600 tüfek, 30.000 piyade fişeği ve 800.000 makineli tüfek cephanesi verilmesi için İngiliz Başkomutanlığı'ndan bir belge almıştır. Bundan başka, Kuvayı İnzibatiye, Sapanca yönünde, 14 Haziran 1920 günü taarruza hazırlanırken bozulup geri atılınca İzmit bölgesindeki 242. İngiliz tugayının tel örgüler ve siperler ile tahkim edilmiş mevzisinden faydalanmıştır."[24] 18 Nisan 1920 tarihli kararnameyle, Kuvayı İnzibatiye'nin nitelikleri, kuruluş amacı ve askerlere verilecek maaşlar belirlenmiştir. Buna göre amaç Kuvayı Milliye'yi yok etmektir! Devletin silahlı gücü olarak tanımlanan Kuvayı İnzibatiye, Harbiye ve Dahiliye Nezaretlerine bağlı olacaktı. Bazı emekli subayların da katıldığı bu ordu, gönüllülük esasına göre oluşturulmuştu. Tümen olarak kurulan Kuvayı İnzibatiye, üç piyade alayı ve bir topçu taburundan oluşmaktadır. Toplam mevcudu 12.000 kişi olarak düşünülmüştür. [25] Kuvayı İnzibatiye'ye gönüllü olarak yazılan subay ve askerlere çok iyi bir maaş verileceği duyurulmuştur. [26] Erlere 30, çavuşlara 35, başçavuşlara 40, teğmenlere 60, üsteğmenlere 70, yüzbaşılara 80, kıdemli yüzbaşılara 90, tabur komutanlarına 100, alay komutanlarına 150 lira aylık verilecektir. [27] Fakir halk, yüksek maaşlarla bu orduya katılmaya teşvik edilmiştir. Türk ulusu yokluk ve yoksulluk içinde, vatan ve namus mücadelesi vermeye çalışırken, İstanbul Hükümeti kaynaklarını bu İngiliz destekli derme çatma ordunun haince askeri amaçlarına harcamıştır. Bu kuvvet için 1.250.850 lira ödenek ayrılmıştır. [28] Kuvayı İnzibatiye'nin en önemli eksikliği "gönüllülük" esasına dayalı "maaşlı" bir ordu olmasıdır. Yani, bu orduya katılanların öncelikli amacı paradır. Durum böyle olunca bir an önce görevlerini yapıp sağ alim geri dönmek istemektedir. Ayrıca kafaları da fena halde karışıktır; çünkü İstanbul İngiliz işgali altındayken onlar kendi kardeşlerine kurşun sıkmak için Anadolu'ya gitmektedirler! Şeyhülislam Dürrizade'nin, Anadolu'daki ulusalcı liderlerin ve Kuvayı Milliyecilerin öldürülmelerinin dinen caiz olduğunu ve onlara karşı savaşırken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını duyuran fetvası bu orduya katılımı artıran en önemli etkenlerden biridir. Kuvayı İnzibatiye'nin başına Atatürk'ü "isyancı" olarak adlandıran Süleyman Şefik Paşa, Kurmay Başkanlığı'na da Erkânıharp Miralayı Refik (Yaltkaya) getirilmiştir.
Süleyman Şefik Paşa, İstanbul Hükümeti'nin Anadolu'daki orduları etkisizleştirmek için oluşturduğu kurullardan birinin başkanı olarak 5 Ağustos 1919'da Konya'ya gitmiş, ertesi gün İstanbul'a gönderdiği telgrafta, Anadolu'daki Milli Hareketin zannedildiği kadar güçlü olmadığını eğer kendisi Harbiye Nezareti'ne getirilirse Milli hareketi kısa sürede bitireceğini belirtmiştir.[29] Bunun üzerine Süleyman Şefik Paşa, 14 Ağustos 1919'da da Harbiye Nazırı yapılmıştır. [30] Harbiye Nezareti'ndeki bazı kişilerin Kuvayı Milliye'yi el altından desteklediği yolundaki dedikoduların izini süren Süleyman Şefik Paşa, hemen tavsiye hareketine başlamış; İstanbul Muhafızlığı, Genelkurmay İkinci Balkanlığı ve Harbiye Nezareti Müsteşarlığında değişiklikler yapmıştır. Önce, Milli harekete sıcak bakan Cevat Paşa'yı görevden alarak Hadi Paşa'yı atamıştır. [31] Daha sonra da Milli hareketin genelkurmaydaki gözü kulağı durumundaki İsmet Paşa'yı genelkurmaydaki bütün görevlerinden almıştır. [32] Süleyman Şefik Paşa, askerlere yayınladığı bir beyannamede kanunlara uymalarını ve hiçbir derneğe ya da partiye yaklaşmamalarını bildirmiştir. I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa'ya yazdığı bir emirde ise yurt savunmasına geçen subayları şikayet etmiştir. [34] Kuvayı İnzibatiye adına 54 subay ve 790 er toplanmıştır. Sonradan subay sayısı 94'e yükselmiştir. Yeni katılımlarla er sayısı da 2000'e yaklaşmıştır. Kuvayı İnzibatiye'nin birinci alayı 29 Nisan 1919'da İzmit'e gelerek karargah kurmuştur. İkinci alayı da İzmit limanında demirli Yavuz Zırhlısı'na yerleşmiştir.[36]
Mayıs ayı başında Süleyman Şefik Paşa'nın İzmit'e gelmesi ve diğer alayların da bölgeye ulaşmasıyla hazırlıklar tamamlanmıştır. Ancak bu sırada İzmit'e mutasarrıf olarak atanan Ahmet Anzavur, "bu orduyu destekle..." talimatı alınca, Kuvayı İnzibatiye karargahı olarak kullanılan Yavuz zırhlısına gelmiştir. Süleyman Şefik Paşa'ya, istediği zaman bu ordunun başına geçebileceğini söylemiş olan Anzavur'un gelişi komuta heyetinde şaşkınlık yaratmıştır. [37] Anzavur'un amacı Eskişehir yolunu ele geçirip oradan Ankara'ya yürümekti. Aznavur, 17 Mayıs'ta Geyve boğazını ele geçirmek için hareket etmistir. Ancak bölgeyi savunmakla görevli Ali Fuat Paşa'nın hiç beklemediği bir noktadan, İkramiye yönünden saldırıya geçmiştir. Buradaki otuz askere karşın Anzavur'un emrinde 300 süvari vardır. Ali Fuat Paşa, bu durumda o otuz askerle Aznavurla mücadele etmek zorunda kalmıştır. [40] Bu sırada ambardan çıkartılarak mevziye yerleştirilen bir makineli tüfeğin başına Ali Fuat Paşa'nın yaveri İdris Çora geçmiş ve asilerin istasyona girmesini yarım saat geciktirmiştir. İki saatten fazla devam eden bu direniş sonunda bir taraftan süvari bölüğü, diğer taraftan yüz kişilik Yüzbaşı Mesut Bey Müfrezesi ve Demirci Efe'nin atlı zeybekleri yetişmiş ve Anzavur'un kontrolündeki Kuvayı İnzibatiye birlikleri geri püskürtülmüştür. [41] Bu anılar okunduğunda bu hıyanet ordusunun nasıl güçlükle durdurulabildiği, çok daha iyi anlaşılacaktır. Bu sırada son bir gayretle başını kaldıran Yahya Kaptan'ın son sözü, "Kalleşler!.." olmuştur... [45] | ||||
653 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |